28 Haziran 2014 Cumartesi

beni hatirladiniz mi?

merhaba.

ben nur.

bu bloğun yazarıyım. evet, en son 3 kasımda yazmıştım ve evet, utanmadan bu blog benim diyorum.

bu kadar uzun bir ara vereceğimi ben de tahmin etmiyordum doğrusu. tez yazdım, okul bitirdim filan desem nazikçe yer misiniz acaba?

- bu arada dünya kupası ne kadar heyecanlı değil mi?-

kasımdan beri çok gezdim, çok gördüm. son olarak mekanist.net'e sardım.

işte bu benim: http://www.mekanist.net/k/1096741

takip edin...




3 Kasım 2013 Pazar

yine dustuk yollara

bu yazı igoumenitsa limanında yazılıyor. hollanda yolculuğumuzun 2. günündeyiz ve bari’ye giden feribotu bekliyoruz.

aslında yola çıkmadan önce geçen cumartesi gerçekleşen fantastik buluşmamızı ve mediha’nın bana yaptığı küçük sürprizi anlatan bir yazı yazmak istedim, ancak son gün bilgisayarı açacak 1 dakikam bile olmadı. şimdiyse yazacak çok şey var, o yüzden bu görevi medihanım’a devrediyorum, çektiğimiz fotoğraflarla birlikte bir yazı bekliyorum ondan en kısa zamanda.

gelelim hollanda seferinin ilk iki gününde yaşananlara. dün sabah- yani cumartesi- 6 buçuk gibi yola çıktık. türkiye büyük ülke valla, sınıra kadar 3 saat filan sürdü.-sınırı geçmeden keşandaki migrostan sana bergamotlu lipton çayını aldım, şu anda arabada bir yerlerde-

ipsala’da yaklaşık 5 km kadar süren bir tır kuyruğu vardı, önce biraz korktuk o kuyruğa gireceğiz diye ama arabaların kuyruğu ayrıymış, yaklaşık 15 dakikada arabadan bile inmeden sınırları ve gümrüğü geçmiş olduk.

az gittik uz gittik kavala’da öğle yemeği molası verdik.  açgözlülükle fazla fazla söylediğimiz yemeklerin bir de porsiyonları büyük gelince daha ana yemeğe gelmeden doymuş olduk. ama tabii ki ana yemeklerimizi de yedik:)

- tavsiye: hazır oralarda feta cheese de bulma imkanın varken salata dağarcığına greek salad’ı ekle, yapımı çok kolay hem de menün zenginleşmiş olur, tabii kafam kadar soğanlar var içinde onlara ne çözüm bulursun bilemem-

“ne yedik be” diye diye, çöken ağırlığa karşı direnip erinci nöbetleşe uyanık tutmaya çalışarak selaniğe vardık. merkezin biraz dışındaki şirin mi şirin evimizde ev sahibimiz kıvırcık saçlı, mimar kleopatra bizi karşıladı ve uzun uzun gezilecek yerleri anlattı. yalçın’ın “enjoy the city” mottosundan yola çıkarak yeme, içme, tatlı mekanlarının adlarını aldık.

birazcık dinlendikten sonra hemen bir taksiye atlayıp selanik gecelerine aktık. Taksicimiz hepimizden iyi ingilizce konuşan ve bunla da yetinmeyip almanca da bilen tam bir Selanik beyfendisiydi.

bulada geldiğimiz selanik selanik değilmiş dostum, çok şey kaçırmışız:) öğlen yemeğinden süregelen enerjiyle sokak sokak yürüdük ve selaniğin hareketliliğine dibimiz düştü, ağzımız açık kaldı. neyse ki modası geçtiğinden oha filan olmadık.  hava muhteşemdi ve herkes sokaklardaydı, kendi başımıza asla bulamayacağımız sokak aralarında asmalımescit’e benzeyen, nişantaşı’na benzeyen, nevizade’ye benzeyen, santralistanbul’a benzeyen, yayalaştırılmış taksim meydanı’na benzeyen şeklinde tanımlayabileceğim alanlar bulduk. ve turist muamelesi görmeden şehrin tadını çıkardık.

aslında planımız ertesi gün kalkıp selanikteki tarihi yerleri gezmekti ancak igoumenitsa yolu üzerinde uğramayı planladığımız meteora ile ilgili yorumları okuyunca erkenden oraya gitmeye karar verdik.

birazdan gemi kalkacak, zaten bu yazı haddinden uzun oldu. internet bulmuşken buraya kadarını paylaşıyorum. selanik’ten itibaren yaşananları ve meteora’da geçirdiğimiz günü italya’daki ilk durağımızda yazacağım muhtemelen. fotoğraflar da o zaman gelecek.

sana artık 1000 km daha yakınım, bir gece ansızın gelebilirim;) 

23 Ekim 2013 Çarşamba

dem

malumunuz şubatta amerika'ya kongreye gideceğim. hollanda'dan dönünce hemen vizeye başvurmam gerekecek. amma velakin amerika vizesini eski pasaporta vermiyorlarmış. o yüzden bugün sabah çipli pasaporta başvurmak için emniyete gittim.

polis amca bana seneye aralıktan önce evlenirsen, okulun biterse ya da sigortalı bir işte çalışmaya başlarsan pasaportunu bize getiriyorsun dedi. tamam dedim ama pasaportumdan ayrılmayı hiç istemiyorum.

neyse gelelim yazının asıl konusuna..emniyetten döndükten sonra depresyona giren zavallı sezini neşelendirmek için karaköy'deki güzel çaycı dem'e götürdüm. hava da bir güzeldi ki sorma.. tam anlamıyla çayımızı güneşte demledik..

-spoiler. ismini vermek istemediğim eski bir tanışımız arkadaşlarıyla karaköy'de cafe açacakmış. biz hala okuyalım peeh! -

60 çeşit çay arasından bin bir güçlükle 5 aday seçtik. Adaylarımız arasından da uzun koklamalar sonucunda 19 numaralı christmas çayında (yeşil çay, yıldız anason, karanfil, tarçın  ve badem içerikli) karar kıldık ve bir demlik söyledik (17 tl). gerisini fotoğraflar anlatacak...
demirdöküm çaydanlık ve bardaklar çok şık ancak
çayın çabucak soğumasına sebep olduğu için kullanışlı değil
güneşi görüp depresyondan sıyrılan sezin..
fotoğraf sanatında çığır açtığım dakikalar..
burası da içeriden görünüm. minderli divan tarzı oturma yerleri
kalabalık gruplarla gelip uzun uzun sohbet etmelik..




20 Ekim 2013 Pazar

organik hayal kirikligi

neyse ki baştan söylemiştim. ben bu işte iyi değilim. 3 hafta olmuş, blogda tık yok.
temel sebebi tembellik olmakla birlikte hayatımda pek bir heyecan olmayışı da etkili bu durumda. asıl havadisler sende. sana yazar olman için davet gönderdim. kabul etsene.

3 haftadır tezle ilgili bir şey de yapmadım. mevsimsel depresyon sanırım. psikoloji okumanın güzel yanı tembelliğe ve mutsuzluğa havalı bahaneler bulabiliyor olmak.

bu sıralar düzenli yaptığım tek şey sezin, ece ve çağrıyla bizim evde yaptığımız "business" toplantıları. toplantılarda da çok parlak bir performans gösterdiğimi söyleyemeyeceğim. cookie filan yaparak katkı sağlıyorum işte. sitemiz biraz olgunlaşsın onu da burdan paylaşacağım.

neyse dün görece ilginç sayılabilecek bir şey yaptım. öğleden sonra alman arkadaşım hannah ile feriköydeki organik pazara gittik. (senin de alman arkadaşın hannah var mı? yoksa hemen edin) geç mi kaldık, bayramdan ötürü mü bilmem doğru düzgün pek bir şey yoktu. bir sürü organik şampuan/deterjan filan. taze sebze desen neredeyse hiç yoktu. oysa ki asıl amacım salata malzemesi almaktı. meyveler yine bir nebze daha çeşitliydi ama onlar da ateş pahası.

fotoğraf çekmeyi unuttuğum için internetten buldum.
muhteşem süleyman bile oradan alışveriş yapıyormuş baksana.
ben gittiğimde ise ne o yeşillikler vardı ne de muhteşem bir şey:(
aldıklarım:
1 kilo muz (6 lira
1 kilo incir (7 lira)
10 adet yumurta (7,5 lira)
400 gr bal (30 lira)

sonuç olarak 50 lira harcadım, üstelik aldıklarımın hiçbirisini alma niyetiyle gitmemiştim. aldıklarımdan memnun kaldım mı? hayır. bir süre daha organik pazara gitmem sanırım..

kıssadan hisse: almanyadaki organik marketlerin kıymeti biline! bknz. biomärkte in münchen



28 Eylül 2013 Cumartesi

yemek ve ölmek üzerine

bu yazı çok yemekten, az yemekten ya da zevkle yemekten gelen gerçek ya da mecazi ölümlerle ilgili değil...
bu yazı ölümle ilgili helva, pilav gibi yemeklerle ilgili de değil..
belki bir gün yemek ve ölmek üzerine felsefi bir yazı yazarım, ama o gün bugün değil..
bu yazı hayatın birbirinden bağımsız iki gerçeğiyle ilgili: yemek ve ölmek.


1. kisim: yasasin yemek yemek!

sen gittin diye üzüldüm belki ama yemeden içmeden de kesilmedim çok şükür. madem gidenle gidilmiyor, kalanlarla yiyip içeyim bari diyerek son 2 günde 2 yeni restoran denedim. bu kısımda onlarla ilgili izlenimlerimi paylaşacağım, belki geldiğinde denersin. 

forneria 

forneria arda türkmen'in geçen nisan ayında karaköy'de açtığı yeni restoranının adı. seninle karaköy'de yürürken de önünden geçmiştik aslında. forneria adı portekizcedeki "forno" yani fırın kelimesinden geliyormuş. isimle ilgili iki rivayet var: birincisi bugün restoranın bulunduğu yerin önceden fırın olduğu, ikincisi ise restoranda daha çok fırından çıkan yemekler yapıldığı için bu şekilde adlandırıldığı. belki ikisi de etkili olmuştur. 

restoran hakkındaki izlenimlerime geçmeden arda türkmen'in kim olduğunu bilmediğini tahmin ederek kısaca ondan bahsedeyim. arda, yeni nesil genç türk aşçılardan. cnn türk'te "ardanın mutfağı" adında bir yemek programı var. aynı zamanda ıssız adamdaki cafenin -yani leblon'un- sahibi (bknz. www.ardaninmutfagi.com ).

Arda ve Leblon
leblon'a hiç gitmedim ama ne zamandır  forneria'ya gitmek istiyordum.  sonunda bu isteğimi hayata geçirmeye karar verip tıpkı benim gibi yemek yapmaya ve yemeye meraklı arkadaşım cemre ile perşembe akşamı için sözleştik. 

saat 6 buçuk için yer ayırtmıştık. ancak gidince anladık ki perşembe akşamı için rezervasyona hiç gerek yokmuş. dışarıdaki masalardan sadece bir kaçı doluydu, içeride ise kimsecikler yoktu. dışarısı o kadar dar ve caddeyle o kadar iç içeydi ki, cadde tozu yutmaktansa içeride oturmayı tercih ettik. iç mekandaki masalar da biraz fazla dip dibeydi ama mekan genel olarak küçük zaten, çok sorun etmedik. garsonlar çok kibar ve ilgiliydi. arda da balkonda köşede oturuyordu. 

pizzaların methini duyduğumuzdan pizza yemeye karar verdik.  ben bebek ıspanak ve merguez sosisli kepekli merguez pizza söyledim. cemre ise kuşbaşı etli kuşkaş pizza. pizzadan önce değişik bir ekmekçik ve acayip lezzetli bir tereyağı geldi, dolayısı ile ikimiz de pizzalarımızı bitiremedik. mergeuz pizza biraz tuzlu geldi bana ama merguez sosisi çok lezzetliydi. pizzanın tamamı çok lezzetliydi aslında ama ilk bir kaç dilimde içeceğimi ( forneria satsuma- satsumalı limonata gibi) bitirdiğimden pizzayı bitirmem mümkün olmadı. bu arada bir pizza'nın fiyatı ortalama 30 tl civarı.

öğlen spora gittiğim için saçım, makyajım rezalet durumda ama pizzayı haketmeliydim!
merguez pizza
sonuç olarak, ambiyans ve pizzalar güzeldi, ancak hayran kaldığımı söyleyemeyeceğim. arada bir özel zamanlarda gidilebilir. esas şarap eşliğinde antipasti tabaklarını (bunun ne olduğunu anlatmıyorum kendin araştır;) denemeyi çok isterim. ancak 2 kişilik antipasti tabakları 70 tl civarında, şarapların ise en ucuzu 18 tl idi, yani bunun için senin zengin olmanı beklemek durumundayız;)

fat burger

bugün öğlen erinç'le birlikte 2 ay önce tünelde açılan fat burgere gittik. aslında  ilk açıldığında -hatta daha resmi açılış yapılmadan- gitmiştik, ama benim mükemmel hafızam silmiş nasıl olduysa. tek hatırladığım içeceklerin sınırsız olduğuydu:) 

fat burger tüneldeki eski dükkan burger'in yerine açıldı. ilk gittiğimizde kuveyt (dubai miydi yoksa?) merkezli ve amerikada çok yaygın bir zincir olduğunu öğrenmiştim. ben bbq burger menü erinç ise normal fat burger menü söyledi.  44 tl ödedik. garip bir şekilde kasiyerler siparişi alınca mutfağa doğru bağırıyorlar. mutfaktakiler de hep bir ağızdan tekrar ediyor. sehr amerikanisch. buna rağmen yan masamıza siparişi yanlış getirdiler. olmayınca olmuyor demek ki. 

içecek bardaklarımızı alıp, sınırsız kolalarımızı doldurup masamıza oturduk, beklemeye başladık. makul bir sürede geldi hamburgerler ve patatesler. ancak ne kadar çabuk da gelse aç mideyle kolaya direnmek işkenceydi, keşke manodaki gibi patates önden gelseydi. mano'yu özlememe sebep olan tek şey o değil ne yazık ki. hamburger eti fena değil ama ekmek uno ekmeği resmen. skandal ötesi. patateslerin de bir numarası yok. üstelik yanında kola içtiğim için fast food yemiş oldum. oysa manoda ayran içip sağlıklı bir yemek yemiş taklidi yapabiliyordum. 

pekin, dubai, los angeles ve las vegas'ta yılın en iyi burgeriymiş.
peh! gelsinler de mano burger görsünler...

all in all, daha da gitmem fat burgere. insanı fat yapar vallahi. zaten sen gelene kadar da batar bence. o yüzden mano'ya devam:)


2. kisim: ölüm sezonu basladı..

geçen yıl bu zamanlarda bir sürü ünlü insan ölmeye başlamıştı arka arkaya. 

mehmet ali birand, toktamış ateş, burhan doğançay, erol günaydın, neşet ertaş, berkant, müşfik kenter, ahmet mete ışıkara, müslüm gürses... 

bir yandan da dünyanın sonu muhabbetleri dönüyordu, yavaş yavaş gelecek diye düşünmeye başlamıştım o kadar insan ölünce. dünyanının sonu gelmedi neyse ki, bu ölümler de mart'a kadar filan sürdü sanırım, sonra yaza doğru sakinleşti ortalık..

şimdi yine açıldı ölüm sezonu, dün tuncel kurtiz öldü, bugünse turgut özakman.. 

daha genciz, sağlıklıyız ama ölüm yine de tedirgin ediyor, kokutuyor beni. 

orada bak bakalım, ülke güvenli olunca ölümden daha mı az korkuyor insan?





26 Eylül 2013 Perşembe

münih yolunda

Yolculuk başlıyor. 


05:30 Birkaç saat önceden hazırladığım kıyafetleri giyiyorum. Birazcık kilo mu vermişim ne?

05:45 Arabaya bindik. Sabah ezanı okunuyor. Hava serin ama neyse ki yumuşacık beyaz hırkam yanımda.

06:05 Havaalanı girişinde alışılmışın dışında bir trafik var. Sabah uçuşları hayli fazla olmalı ya da herkes seni uğurlamaya geliyor!

Gençler nereye ya bu saatte?

06:20 Havaalanına vardık. Sen her zamanki gibi tuvalettesin. Nihayet buluşmayı başarıyoruz. Sarılmalar. Espriler. Daha çok sarılmalar.

06:40 Vedalaşma zamanı. Sanki yarın görüşcekmişizcesine bir sarılma. Ben her zamanki gibi çok kuulum. Pasaport kuyruğuna giriyorsun. Hafif nemli gözlerine inat şebek şebek hareketler yapıyorsun. Üzüldüğünü biliyoruz, yemezler!

Tipe bak!


06:50 Nuri'nin Şahin'siz saatleri başlıyor. Annen ve babanla ayaküstü biraz Erinç'in Bağkur meselelerini konuşuyoruz. Sonra Simit Sarayı'na oturup kahvaltı etmeye karar veriyoruz.

07:10 2 kaşarlı simit, 1 börek, 3 çay, 1 limonata. Baban çayları taşırken döküyor. Annen 1 aydır her gece yenen tatlılardan şikayetçi. O yüzden sadece çay içiyor.

07:40 Saat 9'da okulda olmak için geç kaldığımı fark ediyorum. Annen hemen panik oluyor kalkalım diyor. Kalkıyoruz. Uçaklara bakıyoruz. 07:40 ve 07:50 var, 07:45 yok; demek ki yola çıktın.

07:50 Annen ve baban beni Mecdiyeköye bırakmayı teklif ediyorlar. Bizim arabadan bagajı alıp sizin arabaya atlıyoruz. Sen gitsen de arabanın mevcudunda azalma yok yani:)

07:53 Havaalanından çıkar çıkmaz İstanbul trafiği karşılıyor bizi. Güneşle beraber. Adeta duran traikte muhabbete başlıyoruz babanla. Eğitim sistemi, emeklilik, öğretmenlik, üniversite vs. iş hayatı filan. Bir de Fatih Terim:) Annen arada katılıyor, sen olmasan biz çoktan sessizliğe gömülmüştük, diyor bana. Baban "Bizim Hanım çok duygusal, Denizli'den dönerken Afyon'a kadar konuşmuyoruz, içinden yas tutuyor" diyor.

08:45 Haliç Civarı. Yetişemeyeceğimi anlayınca mail atıyorum seminer organizatörüne. Bir arkadaşım mesaj atmıştı sabah "öğleden sonra da varmış ona gireceğim ben" diye, ben de öyle yazıyorum mailde. Araba vites geçişlerinde tekliyor. Annen panik yapıyor. Annen panik yaptıkça vites daha çok takılıyor. Annen "ben götüremem bu arabayı Yücel sen de gel" diyor. Baban "Kovduracak mısın beni?" diyor, şakayla karışık. Sakin sakin annene anlatıyor ne yapması gerektiğini. Hemen servisi arayacağına da söz veriyor. Annen ikna olmuyor ama yapacak da bir şey yok. Mecdiyeköye geliyoruz ve ben arabadan iniyorum. Metroya bineceğim.

09:30 Metro'dan iniyorum. Fena tuvaletim geldi. Sen olsan kesin güvenlik görevlilerine sorardın. Ben tabii ki de utanıyorum. #dirennuri diyip yeryüzüne çıkıyorum. Otobüsü beklerken Alman arkadaşım Hannah ile karşılaşıyorum.

09:40 Otobüs kalkıyor. Uyku bastırmaya başladı.

10:10 Okula varıyorum. Doğru kahve almaya. Sonra ofise. Tabii arada koşarak tuvalete:)

10:20 Seminere yarısından girsem mi diye düşünüyorum. Gidip bakıyorum ara 10'da olmuş. Neyse boşver diyorum. Ofise geri dönüyorum.

10:40 Öğleden sonraki seminere tekrar kaydolmam gerekiyor. Bilgisayarı açıp kayıt oluyorum. Tam o anda sabah mail yazdığım insandan cevap geliyor. Ofisime gel konuşalım diyor. Kalkıp gidiyorum. Biraz bekle Hoca'ya bir sorayım diyor. Oturup beklemeye başlıyorum.

11:05 Mesaj: Geldim nurisim:*

Yolculuk bitiyor. 



23 Eylül 2013 Pazartesi

Daha karpuz keseceggdik!




Yer: Beşiktaş'ta saat 6'da kapanmamış bulabildiğim ilk ozalitçi
Zaman: Fuat ile Senin vedanızdan 2 saat önce
Kişiler: Medihanım (M) ve Ozalitçi (O)

M: Ya burası meşgul değilse kullanabilir miyim? ( buralardan kasıt boş masa, yapılmak istenen eylem çıktıları mukavvaya yapıştırmak) 
O: Tabii tabii.
[M'nin hızla davrandığını gören Trabzonlu Ozalitçi apar topar yardıma girişir. (evet Trabzonlu olduğunu öğrenecek kadar muhabbet ettim. Ee kan çekiyor bea Ezgi, 5 sene az mı vakit geçirdim ozalitçilerde :)) ]
İlerleyen vakitte yazıları okudukça bakışları anlamsızlaşan Ozalitçi'ye bir açıklama yapmak ihtiyacı hisseder Medihanım.

M: İki arkadaşımız yurtdışına okumaya gidiyorlar. Onların vedası için yaptım bunları. 
O: Gider ayak fena laf etmişsiniz hani !? 
M: Amaaan bana ne gitmeselerdi; yüksek mühendis olup da n'apacaklar! Hem biraz da ağlasınlar diye de yaptım. 
O: Ağlamazlarsa haber verin. O kadar uğraştık burada, ağlasınlar yani !

Evet itiraf ediyorum o dövizleri hazırlarken ağlatmayı değil de biraz gözlerinizin dolmasını hedeflemiştim. Hedefime de ulaştım gibi :P

Yeri geldiğinde konuyu anında dağıtabilem yeteneğimi gayet iyi bilirsin. Bu sefer de öyle yapmak istedim; ama ilk defa konuşmak yerine susarak yaptım bunu. Sanırım başarılı da oldum -oh yeahh ! :D


VE son olarak aklıma ilk gelenlerden ama yapmayı unuttuğum, bir gün sonra hatırladığım cümlem ile bitirmek istiyorum bu yazıyı. 

Nereye gidiyorsunuz; daha karpuz keseceğğğdikkk!